

Yazan : Laurent BAFFİE
Uyarlayan : Umur BUGAY
Yöneten : Genco ERKAL
Dramaturg : Oğuz ARICI
Yönetmen Yardımcısı : İrfan Saruhan
Sahne Tasarımı : Duygu SAĞIROĞLU
Giysi : Sadık KIZILAĞAÇ
Teknik Ekip: İlker Geyik, Bülent Yıldız, Halit Yazıcı, Fatih Kılıç
Oynayanlar :
Stephane (Sunucu) : Ziya KÜRKÜT
Paulette (Yarışmacı) : Zeynep IRGAT
Franck (Yapımcı) : Genco ERKAL
Cindy (Fotomodel) : Şebnem ÖZİNAL
Jean-Pierre (Stüdyo Şefi) : Erdem AKAKÇE
Işık: Halit Yazıcı
Sahne amiri: İlker Geyik
Ses: Fatih Kılıç
Aksesuar: Bülent Yıldız
Grafik tasarım: Alpay Özpınar-Oğuz Arıcı
Uygulama : Tayyar Kızıltepe
Fotograf: İhsan Özçelik
Müdür: Ahmet Kaya
Gişe: Sevda Met
Oyun, Kültür Bakanlığının katkılarıyla gerçekleştirilmiştir.
Oyun hakları ONK Ajans’tan alınmıştır.
Sesleriyle oyuna eşlik edenler:
Yönetmen: Serdar Bordanacı
Sunucu: Nurkan Renda
Sekreter : Hikmet Körmükçü
Teşekkür:
Katkılarından ötürü,
Hüseyin Baş, Serap Babür, Sedef Bozok,
Metin Arslan, Murat Kılıç ve Serdar Bordanacı’ya
DERİMOD, ELLE ve EROL KUNDURA’ya
içtenlikle teşekkür ederiz.
Yazar:
Laurent Baffie ilk kez 1985 yılında televizyon dünyasına skeç yazarı olarak adım attı. Gözüpek, coşkulu kişiliğini, zengin düşgücünü yansıtan bu skeçler öylesine başarılıydı ki bir süre sonra kendisini kameraların karşısında buluverdi. O günden bu yana bir çok televizyon programında animatör, sunucu, yazar, yapımcı olarak çalıştı, ödüller kazandı.
Yıllardan beri içinde yaşadığı televizyonun acımasız, bir o kadar da acınacak dünyası üzerine bir oyun yazarak şimdi de tiyatro dünyasına katılıyor. 7 şubat 2001’den bu yana Paris’te kapalı gişe oynayan Sex, Magouilles et Culture Générale’i kendisi yönetiyor ve stüdyo şefi Jean-Pierre rolünü oynuyor.
“Oyundaki kişilerin gerçek yaşamdakilere benzerliğini doğal buluyoruz ve aldırmıyoruz, çok iyi avukatlarımız var!!!”
Laurent Baffie
26 Mayıs 2001 tarihli Le Monde’ da yayımlanan eleştiriden bir bölüm:
Laurent Baffie, bu oyunla televizyonun bütün yozlaşmış, satılığa çıkarılmış, kirletilmiş, histerik, çığırtkan, ahmak, kültürsüz yönlerini sergiliyor. Suçlama çok sert ve genelde haklı. Sahnede olup bitenler bazı kanallarda izlediklerimizle öylesine benzeşiyor ki, televizyon karşısındaymışız gibi sersemleyip, şaşkına dönüyoruz.
Brigitte Salino
Uyarlayan:
1941 Ankara doğumlu. 1964 İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü mezunu.
Arena Tiyatrosu, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu, Halk Oyuncuları ve Dostlar Tiyatrosu’nda oyuncu, yönetmen, dramaturg olarak çalıştı. 1972’den sonra oyun yazarlığına başladı. Haneler, Reklamlar, Taşıtlar gibi çoğu Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda sahnelenen oyunlar ve skeçler yazdı. İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Bizler ve Bizler, Kent Oyuncuları Tiyatrosu’nda Bir Kadın Bir Erkek adlı oyunları sahnelendi. 1974 yılında Atıf Yılmaz ile birlikte Cemil adlı senaryoyu yazarak sinema dünyasına girdi. Hasip ile Nasip, Deli Yusuf, İşte Hayat, Çöpçüler Kralı, Kapıcılar Kralı, Pisi Pisi, Yoksul, Davacı, Düttürü Dünya, Postacı, Aslan Bacanak adlı senaryoları yazdı. İşte Hayat (1976) ve Çöpçüler Kralı (1978) Antalya Film Şenliği’nde En İyi Özgün Senaryo ödüllerini kazandı. Bizimkiler, Yazlıkçılar, Saygılar Bizden, Oğlum Adam Olacak, Komşu Komşu adlı televizyon dizilerini yazdı. 1988 yılında yazmaya başladığı Bizimkiler adlı televizyon dizisi günümüzde de sürmektedir. Duruşma adlı filmin senaryosu son çalışmaları arasında yer almaktadır.
Televizyonu hayatı boyunca hiç görmemiş yabanıl bir adam o kutunun içine nasıl olup da bir sürü insanın, nesnenin sığabildiğini merak eder kuşkusuz. Çocuksu bir saflıkla televizyonu sallar, ekrandaki insanları düşürmeye çalışır, yada televizyonun içini açarak görüntü-insanları bulmaya uğraşır.
Televizyondaki insanların, nesnelerin yalnızca radyo dalgaları aracılığıyla oluşan birer “görüntü” olduklarını bilen bizler içinse durum farklıdır. Televizyonla kurduğumuz ilişki hiçbir zaman yukarıdaki adamımıza benzemez. Televizyon denen o nesneye olan "yabancılığımız" neredeyse yok olmuştur. “Görüntüler”i birer gerçek gibi algılarız. Kuşkusuz televizyonun en önemli işlevlerinden biri de bu. Televizyon patronları, program yapımcıları, teknisyenler, teknoloji uzmanları “görüntü”nün “gerçek”miş hissi uyandırması için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
“Yarışma” (Seks-Dalavere-Kültür) oyunu da işte bu “görüntü”ler üzerine kurulmuş bir oyundur. Televizyondaki bir yarışma programında dönen dolaplar sergilenirken, izleyiciye televizyon dünyasının iç yüzü gösterilmektedir. “Görünüş” ile “Gerçek”in eş zamanlı olarak seyirciye sunumuyla televizyonlarımızdaki “görüntülerin” ardında yatan gerçekler daha da belirginleşir. Yarışma programı, canlı yayına geçtiği bölümlerde; güler yüzlü, neşeli, insanlara bilgi ve kültür veren bir program “görünüş”üne sahipken, programın yapımında çalışan kişilerin çevirdiği dolaplar “gerçeği” de izleyiciye sunulur. Çünkü ne şirket sahibinin (Patron), ne programın yapımcısının (Franck) ne de sunucunun (Stéphane) insanlara bilgi / genel kültür iletme gibi bir kaygılarının olmadığı ortadadır. Düşen reytinglerin yeniden yükseltilmesi ve buna bağlı olarak da daha fazla para kazanmak için neler yapılması gerektiği önemlidir sadece. Bu da, televizyon izleyicisine “iyi bir görüntü” sunarak yada bugünkü deyişle iyi bir imaj yaratılarak mümkündür.
Bu yüzden “Herkese Kültür” yarışması, yalnızca “görünüşte” bir kültür programıdır. Zaten, Program, bir bilgi / kültür yarışmasından çok bir showa benzetilmeye çalışılmaktadır. Sunucu; bir maçı, bir boks müsabakasını sunar gibi davranmakta; cıngıllar, alkış yağmurları ile birlikte söz konusu bilgi / kültür yarışması bir gösteriye dönüşmektedir. Salt bu yüzden de yaşlı yarışmacı (Paulette) yerine genç ve güzel kadınların yarışmaya alınması fikri (imaj) ortaya çıkmıştır. "İmaj"ın, mükemmelleştirilmesi, yalnızca televizyon değil bütün görsel medyada "kadın"ın kullanılmasıyla sağlanır. Kadın, bu büyük "pazarda" sürekli kullanılan bir maldır ve ekranları süslemenin tek yolu kadın çıplaklığının sergilenmesiyle sağlanır. Ancak bu sayede televizyon izleyicisine iyi bir “görüntü” sunulabileceği düşünülür.
Bu “görüntü” sağlandıktan sonra artık “içeriğin”, ne tür sorular sorulduğunun hiç bir önemi yoktur. Bu yüzden de oyun ilerledikçe “görüntü”ler “görünüşe”, “imaja” ve son olarak da “sahteliğe” dönüşecektir. Oyunun finali ise bütün bu “sahtelik”lerin birer birer “gerçeğe” dönüşeceği bir sahne olacaktır.
...
Yabanıl bir adam gibi televizyonu sallasanız da ekrandaki görüntülere hiçbir şey olmaz. Ama tiyatronun ufak bir dokunuşuyla bütün "görüntüler" sahneye dökülüverir.
...
Görüntülerin ardındaki gerçeği bulmaya çalışan o çocuksu ama korkusuz merakı yeniden uyandırabildiysek ne mutlu bize...
Televizyon ve kitle iletişim cihazları oldukça uzun bir zamandır insanoğlunun vazgeçilmez araçları oldu. Bu olağan bir durum; öyle ya, insanlığın neredeyse tümünün hizmetine sokulabilen bir başka “buluş” var mı? İnsanoğlu E=mc²’yi bilmez ama televizyonun nereden açılıp kapanacağını çok küçük yaşlarda, daha konuşmayı öğrenmeden bilir.
Televizyon gerçekten de kitleler için -içinde barındırdığı güçle- çağın buluşuydu. Ancak bu gücün farkına varanlar onu kendi hizmetlerine sokmakta gecikmediler. E=mc², Hiroşima’da mantar bulutuna dönerken, buluşların kimlerin elinde neye dönüşeceğini insanlık acı bir şekilde öğrenmişti. Ancak televizyon insanda gözle görünür bir etki yapmıyordu. O halde kim suçlayabilirdi ki onu?
Oysa ki televizyon ona “sahip olan”ın emrinde çalışan bir silahtır. Bu silah, bugünün savaş teknolojisindeki kimyasal, fiziksel ve biyolojik silahlardan kat kat üstündür. Ona sahip olan; beyinleri yıkayabilir, düşünceleri değiştirebilir, kitleleri hareket ettirebilir ve ya hareketsiz bırakabilir; hatta biraz sabırlıysa kendisi gibi düşünen yeni bir nesil bile yaratabilir. Ve bireyin buna karşı durması neredeyse imkansız gibidir. Çünkü televizyonun etkisi sıradan bir virüsün yapacaklarına benzer; bir hücreye yerleşir ve uygun koşulları buldukça yayılır. Elinizdeki kumanda bu etkiden kurtulabilmenin yolu gibidir ancak sizin “off” tuşuna basmanız dışarıdaki insanoğlunun hücrelerini kurtarmaya yetmez. Ve “iletişim” aracı dediğimiz nesne, her gün “biçimlendirmeye”, “uyutmaya”, “yönlendirmeye” vs. devam eder. Hem de 24 saat, kesintisiz...
Bugün ekranlardan yalnızca radyasyon değil, pop yıldızları, küçük cıngıllar ve reklam sloganları yayılmaktadır. İzleyici, çoğunlukla “en korunmasız” anlarında -yemek yerken, koltuğunda uzanırken vb.- televizyonun saldırılarına maruz kalır. Bu durumda ekrandan akan görüntülere uyum sağlamaktan başka çare yoktur; ancak bu akış öyle hızlıdır ki durup düşünmeye zaman da yoktur. Yalnızca yedi saniyede 200’ün üzerinde resim gösterilerek bilinçaltınız değiştirilebilir. “Önemsiz” bir haberin cımbızla çekilen “önemsiz” bir kısmı, size büyütülerek, “çok önemliymiş” gibi sunulabilir. Konuyla ilgili bir kaç “uzman”ın yanı sıra halktan insanların da konuk edildiği ve insanların bağıra çağıra düşüncelerini benimsetmeye çalıştığı bir tartışma programı sayesinde, koltukları başındaki binlerce insan deşarj edilebilir, rahatlatılabilir. Popüler kişilerin, aşk ilişkilerini, nerede yemek yediklerini, ne giydiklerini vs. bilmek, varoluşun anlamı gibi sunulabilir. Ve bütün bunlara karşı izleyici savunmasızdır. Elindeki kumanda bile onu bu zehirlenmeden kurtaramaz.
İzleyici “alkışlar”, “şaşırır”, “hayret eder”, “üzülür” ama bütün bu tepkiler, reytingin artması için düzenlenen gizli “oyun”a izleyicinin “alet” edilmesinden başka bir şey değildir. İzleyici tepkilerini neden verdiğini hiçbir zaman bilmez. Zaten ondan istenen de düşünmesi değil yalnızca tepki vermesidir. Televizyondaki programlar bu amaca göre biçimlenir.
Eleştirel bilincin ve gerçeği ortaya çıkarma çabasının hala kendine bir yer bulabildiği tiyatro sahnesinin televizyondan farkı işte bu noktada başlar. İzleyici burada da alkışlayacak, şaşıracak, üzülecektir ama sonunda verdiği tepkiler üzerine düşünmeye de başlayacaktır.
Oğuz ARICI